İçimin “geçmiyor” sitemleriyle geçen zamanı düşünürken, sana yazmak isteğiyle, zihnimin alevli gömleğinin düğmelerini ilikledim. Zamanın nasıl geçtiğini zaman dilimleriyle izah etmek acziyet gibi geliyor bana. Felsefedeki “tüm varolanların birbirlerinin yerini alarak zincirlendikleri sonsuz süre” tanımına da takılıp kalmak sıradan geliyor. Ya da maddenin varolma biçimleri arasında uzay ve devinimle birlikte zamanın da bulunması sonucunda nihayete ermiş olmak da tatmin edici gelmiyor. Newton'un saltık, Einstein'ın izafiyet teorisine hiç girmek bile istemiyorum. Kendi düşüncelerime en yakın tanımı Aristo'da buluyorum aslında. O, maddenin bulunmadığı yerde zamanın ve uzayın da bulunmadığını söyler. Buradaki madde tanımını duyguyla değiştirmek zamanın sadece varlığını değil aynı zamanda etkisini de anlamlı kılıyor. Çünkü zamanın madde üzerinde etkisiyle duygular üzerindeki etkisi aynı değildir. Ben Aristo'nun tanımına ek olarak diyebilirim ki duyguların olmadığı yerde zamanın varlığının bir kıymeti yoktur. Duygularımdaki ıstırabın karıştığı bir zamanı yaşamak acının varlığıyla bütünleşmekle eş değerdir aslında. Sen yoksun ama yokluğunun varlığıyla geçiyor zaman acımasızca. Geçmeyen tek şey acılarımız. Acılarımızı unutmak istememden dolayı mı zamana “acımasız” diyorum yoksa kendi acılarımın günahını zamandan çıkarmaya mı çalışıyorum bilmiyorum